Girift Bölge, SİTE YAZARLARININ DENEMELERİ

Düşük Yatağı (Bölüm 1 ve 2)

KENDİ KİTAP DENEMELERİMİ SİZLERLE PAYLAŞMAK İSTEDİM ve KARŞISINIZDA DÜŞÜK YATAĞI

UYANMAK

Gözlerimi açtığımda gördüğüm ilk şey apaçık, masmavi gökyüzü oldu. Çok derin bir uykudan uyanmış gibi mahmur hissediyordum. Sanki vücudum çok tatlı bir mayhoşlukla uyuşmuştu. Birkaç kere bilerek gözlerimi açıp kapattım. Kirpiklerim arasında dolaşan gün ışığıyla oyun oynamak bana kendimi çocuk gibi hissettirmişti.

Yattığım yerde gerindim. Kollarımı uzattığımda ellerimi ilk kez görüyormuş gibi hissettim. Doğrulup bağdaş kurdum. Yeşil zeminde otururken etrafıma bakınıp toprağın kokusunu içime çektim. Sabahın ilk saatleri olmalıydı. Çünkü havada inanılmaz bir hafiflik vardı. Peki, ben, kimin bahçesindeydim? Sağ tarafımda duran kırmızı boyalı, kerpiç duvardan yapılmış köy evi kimindi?

Ben neredeydim? O an panik içinde bir şey fark ettim. Ben kimdim? Kimdim ben? Yüzüm neye benziyordu? Panik, dalga dalga tüm vücudumda yükselmeye başlamıştı? Göğsüm hızla inip kalkarken hareket edecek gücü kendimde bulamıyordum.

“Ha-hatırlayamıyorum” dedim. Sesim inceydi galiba. Ya da korkudan kısılmıştı. Gözlerimi kapatıp zihnimi toparlamaya çalıştım. Herhangi bir şey hatırlamaya çalışıyordum. Küçücük bir görüntü… Ancak zihnimde büyük bir boşluk vardı. Her şey karanlıktı. Kimdim ben? Burada ne işim vardı? Burası neresiydi?

Etrafımda bir tur döndüğümde evin yanında, kara taşlardan yapılmış şekilsiz bir çeşme gördüm. Tam tepesine kırmızı plastik çerçeveli eski bir ayna asılmıştı. Hızlı adımlarla ilerleyip çeşmedeki aynaya baktım. Bir yüzüm vardı! Rahatlayarak tuttuğum nefesimi verdim.

Tesettürlüydüm. “Müslümanım,” dedim. Evet, bunu az önce de fark etmiştim. Türkçe konuşuyordum. Bunu da biliyordum. Üstümde kiremit renkli bir tunik ve kot pantolon vardı.

“Kendim haricinde her şeyi biliyorum, hatırlıyorum,” dedim aynadaki yansımama bakarak. Gözlerim çekikti. Kirpiklerim kıvrıktı. Kaşlarım kalın ve seyrekti. Elmacık kemiklerim belirgindi. Burnum düzgündü. Dudaklarım normaldi. Ellerimi kaldırıp yüzüme dokundum. Çok garip hissettim. Sanki bir anda zihnim işlemeye başlamış, benliğimi hissetmeye, varlığımı idrak etmeye başlamıştım. Ancak kendimle ilgili bildiğim tek şey buydu. Vardım. Ötesi hakkında hiçbir fikrim yoktu.

“Bir ismim olmalı,” dedim. Aynadan gözlerimi ayırmıyordum. Sanki gözlerimi kaçırırsam kaybolacakmış gibi hissediyordum.

Köy yolundan hızla gelen bisikleti gördüğümde çeşmenin arkasına saklanıp çöktüm. Bir an sonra bisikletten inen çocuk peşinde onunla birlikte koşup nefes nefese kalmış dili dışarıda bir köpekle ağaç dallarından örülmüş çite çakılmış tahta kapıyı açıp bahçeye girdi.

“Hadi Zülüf hadi,” dedi çocuk. Üzerinde eski püskü bir tişört ve dizleri yırtık bir pantolon vardı. Ayaklarındaki terlik her an parçalanacakmış gibiydi. Bakımsız bir havası vardı ya da sadece yaramazlık yapmayı seven bir çocuktu.

“Çok geç kaldık,” dedi ürkekçe kapıya bakıp “Kozheyci bizi kızılcık sopasıylan dövecek”

Ancak köpek umurunda değilmiş gibi çeşmeye yönelip çeşmeden sızan suların biriktiği içi yosun tutmuş bir su yalağından iştahla su içmeye başladı. Ben köpeğe baktım ancak o beni görmezlikten geldi. Küçük çocuk ise üstünü başını düzeltmeye çalışıp kerpiç evin kapısını vurdu.

“Kozheyci baba!” diye bağırdı. “Teyzemgiller aşı hazır etmişler. Seni beklerler.”

İçeriden şiddetle gelen sırtı kambur aksi ihtiyarın rüzgârı çarptı yüzüme ilk. Kapı hiddetle açıldı. “Ulan deyyus!” aksi ihtiyar çocuğun kulağını büküp onu yukarı çekti. Canı acıyan çocuk sesini çıkartmadı.

“Sana kaç kez deyiverdim. Şu iti bahçeme sokuverme deyü”

“Tamam, Kozheyci bir daha girmez!”

Yaşlı adam çocuğu bırakıp eşikte duran terlikleri giydi.  “Hadi düş önüme, şu itini de çek çeşmeden, it yalağı değil orası”

Eğilip yerden bir taş alacak takati olsa yapardı yaşlı adam. Ama onun yerine aksi aksi köpeğe baktı. İşte tam o sırada göz göze geldik onunla.

İki kulağı kıvırcık tüylerle kaplı olduğundan Zülüf’tü adı. Peki, ben nasıl biliyordum bunu? Herhalde tahmin etmiştim.

“Zülüf” diye fısıldadım. Öyle ki sadece kendim duymuştum sesimi. Yine de o benim dost olduğumu anlamıştı. Beni ispiyonlamadan usulca bahçeden çıkıp bisikletin yanına oturdu. Bense korkudan olduğum yere çökmüştüm.

“Düş önüme gâvurun oğlu” dedi ihtiyar. Çocuk kulağının acısı yüzünden gözlerinden akan yaşları silerken sessizce bahçeden çıkıp bisikletini tutup geldiği yoldan yürümeye başladı. İhtiyar ise ağzının içinden söylene söylene bahçe kapısını kapatmaya çalıştı. Ancak beceremeyince “gâvur soyu,” diye söylenip onların peşinden yürüyerek gözden kayboldu.

Herkesin gittiğine emin olduktan sonra saklandığım yerden çıkıp gözlerimi ilk açtığım yere döndüm. Oraya çöküp bağdaş kurdum ve etrafıma baktım. Kerpiç evin eski kapısı beyaz boyalıydı. Evin içine girmek istedim ancak içimden bir ses o evde görmek istemediğim bir şey olduğunu fısıldayıp duruyordu. Duvarlarında bir kadın çığlığı gezinip duruyordu. Gözlerimi yumup kulaklarımı kapattım. Çığlık gittikçe şiddetleniyordu. Sanki bir anda evin içine girivermiştim. Zaman çok belirsizdi. Demin duyduğum çığlığın sahibi kadın ağlıyordu. “İnsan değilsin sen!” diye haykırıyordu. Ağzından kan gelmişti. Yüzündeki öfke sanki direk bana çarpıyordu.

“Kes sesini yere batasıca avrat!” diye söylendi gençten bir adam. Şok içinde onun az önce gördüğüm ihtiyarın gençliği olduğunu fark ettim.

“Noluyor böyle?” diye fısıldadım korkuyla. Nasıl olabilirdi bu? Ben nasıl o adamın gençliğinden bir hatıranın içinde olabilirdim.

“Adam da değilsin. Ağabeylerinin verdiği iki kuruş sadaka olmasa bu evde açlıktan geberip giderdik.” diye bağırmaya devam etti kadın. Yaşadığım şokun etkisindeydim hala. Neden tartıştıklarını anlayamıyordum. Aralık duran kapının ardından bakan beş küçük çocuğun korku dolu gözlerini gördüğümde “durun,” diyebildim sonunda. “Durun bakın çok korkmuşlar.” Ama beni duymadıklarını biliyordum. Beni görmediklerini biliyordum. Çok kötü bir şey geldiğinin farkındaydım.

“Nankör karı!”

“Şerefsiz köpek!” diye haykırdı kadın. Sanki canına tak ettiği yerde aniden ortaya çıkmışım gibi hissediyordum.

“Lan sus!” diye bağırdı adam ve bir tokat daha atıp kadını yere serdi. Kadının çığlıkları beynimde çınladı sanki. İstemsizce ellerimi yine kulaklarıma örtüp gözlerimi kapadım, bu evin içinden çıkmak istiyordum. Tekrar gözlerimi açtığımda bahçedeydim. Aynı yerde bağdaş kurmuş oturuyordum. Zaman yine belirsizdi. Ağlama isteğimi bastırıp hızla inip kalkan göğsümün üstüne sağ elimi koyup “Allah’ım yardım et” diye fısıldadım. Ben neredeydim? Bu insanlar kimdi? Zihnimdeki boşluk neyin nesiydi?

“Sanırım ben hafızamı kaybettim.” dedim. Panik hissimi kontrol etmeliydim. “Peki, tamam. Belki şoka falan girdim. Bana bir şeyler olduğu kesin.”

Kararlı bir şekilde ayağa kalkıp, “burası köy,” dedim. “İlla ki bir çarşısı pazarı vardır.”

Açık bahçe kapısından çıkıp Kozheyci, Zülüf ve küçük çocuğun gittiği yolun tam tersi yönünde ilerlemeye başladım. Etrafta kimse yoktu sanki. Ne sessiz bir köydü burası. Herkes nereye kaybolmuştu?

Emin adımlarla yürüyüp kerpiç duvarlı tek tük evlerin bahçelerine bakıp bir insan aradım ama kimse yoktu. Uzunca bir süre güneşin altında yürüdükten sonra sonunda araba yolu olduğu belli olan başka bir yola çıkmayı başardım. Büyük bir beklentiyle bir süre araba geçmesini bekledim. Ancak bu yolda tıpkı o köy gibi olabildiğine ıssızdı.

“Kafayı yiyeceğim,” dedim ellerimi kaldırıp indiriyordum. “Neden kimse yok?” yürümeye devam ettim. Burası bozkırın ortasıydı sanki. Birkaç ağaç dışında yeşillik yoktu.

Bir motor sesi duyduğumda heyecanla dönüp arkama baktım. Eski model bir kamyonet geliyordu. Yolun ortasına atlayıp elimi kolumu sallayarak “dur,” diye bağırdım. “Dur! Lütfen dur!”

Ama durmak yerine gazı daha da kökleyince son anda kendimi yolun kenarına atabildim. O ise son hız yola devam etti.

“Şerefsiz!” diye bağırdım arkasından. Ağlamak istiyordum. Yürümeye devam etmekten başka çarem yoktu. Beş dakika sonra başka bir araba sesi duydum. Dönüp baktım hemen. Kasası hurda dolu başka bir kamyonetti bu da. Ancak ben yola çıkıp dur işareti yapmadan durmuştu. Dörtlüleri yakıp şoför koltuğundan inen orta yaşlı uzunca bir adamın; ağzında sigarası, elinde telefonu hiddetle kamyonetin arka lastiğine bir tekme savurduğunu gördüm.

 “Niyazi piçinin taktığı lastikten ne hayır gelir ki zaten!” diye söyleniyordu. Koşarak yanına gittiğimde telefondaki kişiye “yolun ortasında kaldım it herif,” diye bağırdı.

“Lütfen kusura bakmayın ama bana yardım etmeniz lazım,” dedim kibarca.

“Lastiği şişireceğim şimdi. Çarşıya kadar idare eder.” Dedi adam telefondaki kişiye. Bana bakmamıştı bile. Karşısına geçip “lütfen beni de alın,” diye yalvardım.

“Bana fark etmez” dedi aynı umursamazlıkla. Yüzüme bakmamıştı ama bana söylediğini düşünüp açık kasanın içine attım kendimi. O ise telefonda konuşmaya daha doğrusu sövmeye devam etti.

“Teşekkür ederim,” dedim ona. O sırada sıkıntıyla kompresörü çıkarıp lastiği şişirmeye başlamıştı. Bir karşılık alamadım. Ben de yere çöküp dizlerimi çekip sessizce oturdum. Tekrardan yola çıktığımızda rüzgâr tenimi ılık ılık okşarken, kollarımı bacaklarıma dolayıp başımı dizime yasladım. Korkuyordum. Bu bilinmezlik beni korkutuyordu. Adını bile bilmediğim bir adamın kamyonetinin kasasında hurda döküntüleriyle birlikte adını bile bilmediğim bir yerin çarşısına doğru gidiyordum.

Yaklaşık bir saatlik bir yolculuğun sonunda ilçe merkezi gibi bir yere geldiğimizi uzaktan gözüken beton yapılardan anladım. Heyecanla tabelaları okumaya çalıştım. Ama beceremedim. Bir tabelanın çok yakınından geçtik. Dikkatlice bakıp okumaya çalıştım. Ama yapamıyordum. Sanki karmaşık şekillerden ibaretti yazılar. Yoksa okumayı da mı unutmuştum?

İlçe merkezine girdiğimizde kavurucu sıcak beni iyice yormaya başlamıştı. Sonunda bir benzin istasyonuna girip duran kamyonetin kasasından aşağıya atlayıp beni buraya getiren adama baktım. O da dışarı çıkmıştı “depoyu doldur,” dedi görevliye. Ona bakıp “beni buraya getirdiğiniz için teşekkür ederim,” dedim.

Ama o, bana bakmamaya devam etti. Ona doğru bir iki adım atıp “beyefendi bana nerede olduğumuzu söyleyebilir misiniz?” diye sordum.

Yanına gelen gençten bir çocuk “İbrahim abi hayırdır?” diye sordu.

“Ben de bilmiyorum Hikmet” dedi adının İbrahim olduğunu öğrendiğim adam. “Aldık başımıza belayı.”

“Ben bela değilim,” dedim hemen. “Sadece kafam karışık, bana biraz yardım etseniz ne olur sanki!” sesim çatlamış, alınganlığım tutmuştu.

“Nereden çıktı peki şimdi bu?” diye sordu genç olan. İbrahim’e bakmaya devam ediyordu. Ona dönüp “ne demek canım bu?” diye çıkıştım. “Siz neden bu kadar kabasınız?”

“Anlamadım. Şerefsiz bana iki yıl sıkıntı çıkmaz demişti.”

“Ne?” bu kez şaşıran bendim. Bunlar benimle konuşmuyorlar mıydı? “İbrahim Bey, Allah aşkına bana nerede olduğumuzu söyleyin ben zaten gideceğim,” dedim. Sabrım taşmak üzereydi.

“Gidip sıkalım ümüğünü” dedi Hikmet. Bense aklımı kaçırmak üzereydim. “Siz beni neden kaile almıyorsunuz?” diye patladım. “Neden beni duy-“ ağzımdan çıkanları işittiğim anda şok içinde “beni duymuyorsunuz,” diye fısıldadım. Gerçeği idrak etmek beni sarsmıştı. “Beni gö-görmüyorsunuz” elimi kaldırıp İbrahim’in yüzünün önünde salladım. Gözleri benim elimi görmüyor, Hikmet’e bakıyordu sadece.

“Nasıl olur bu?” dedim. Kendimi o kadar yalnız, o kadar savunmasız hissediyordum ki kuru iç çekişlerim gittikçe şiddetleniyordu. Elim vitesi boşalmış araba gibi yere düşerken ikisinin yanından geri geri uzaklaşıp girişteki bozuk döşeli kaldırıma çöküp boş gözlerle etrafa bakınmaya devam ettim. Kulaklarım uğulduyordu ancak o uğultunun arasında yine aynı kadının çığlıklarını duymaya başlamıştım. Sesi bastırmak için kulaklarımı tıkadığım anda yeniden o kerpiç köy evinin içindeydim.

Kozheyci’nin genç hali tokat atıp yere serdiği kadının saçlarından hırsla tutup başını kaldırdı. Öfkeden titriyordu. “Seni alıp bu eve getirdiğim güne lanet olsun.” Konuşurken ağzından tükürükler fışkırıyordu.

Bense kapının ardından korkuyla onları izleyen çocukların haline üzülüyordum. Kadına bakıp “ölüsün sen,” dedim istemsizce.

“Adam diye seni koynuma aldığım güne lanet olsun” dedi kadın da aynı öfkeyle. Canı çok yanıyordu. Kozheyci, kadını yerden kaldırıp bir tokat daha attı. Ancak bu kez yere düşmesin diye tutuyordu.

“Geberteceğim seni!”

“Sende o yürek ne gezer!” dedi kadın sonra da adamın yüzüne kan tükürdü. “Sen ancak it gibi titrersin ağabeylerinin karşısında. Bana gelince de adamcılık oynarsın.”

“Lan sürtük karı!” Kozheyci karısını duvara sertçe itip “ne halin varsa gör!” diyerek kendini evden dışarı attı. O gider gitmez çocuklar acı içinde inleyen annelerinin yanına koşuştu.

“Ana” dedi en büyükleri. “Hadi gidelim, kaçalım, gidelim bu evden.”

“Nereye gideceğiz kızım?” dedi kadın. Sol kolu çok acıyordu. “Bana yardım edin de bir elimi yüzümü yıkayayım.”

Çocuklar annelerini yerden kaldırıp gıcırdayan divanın üstüne oturttular. Bir tanesi bezle demir tasta su getirdi. Yüzünü silerken en küçükleri köşede sessizce onları izliyordu. Ona dönüp dikkatlice baktığım zaman tüylerimi diken diken eden bir şey hissettim. Çok korkunç bir histi bu!

Başımı iki yana sallayıp bu evden gitmeyi düşündüm. Ev kaybolurken aklımda en küçük çocuğun bakışları kalmıştı. Tekrardan kaldırımda oturuyordum şimdi. Etrafımda insanlar vardı. Beni görmeyen beni duymayan insanlar!

Daha fazla dayanamayıp ağlamaya başladığımda gözümden yaş akmadığını fark ettim. Ellerimi gözlerime götürdüm. Bir damla yaş yoktu yüzümde. O an sıcaklık çok fazla olmasına rağmen hiç terlemediğimi düşündüm. Sıcağı hissediyordum ama terlemiyordum. Vücuduma etki etmiyordu. Yutkundum.

“B-ben” diye kekeledim. “B-ben ne yapacağım?”

Ayağa kalkıp önüme gelen ilk insanın kollarını tutmak için hamle yaptım ama çok garip bir his benim ellerimle onun kolları arasında asılı kaldı. İncecik bir zar gibiydi ama oradaydı. Ona dokunamazdım. O da hissedemezdi.

“Beni duyuyor musun?” diye sordum yalvarır gibi. O ise elindeki fişlerle uğraşıyordu. “Ben bunu ne zaman almışım ki?” diye mırıldandı kendi kendine.

“Allah aşkına beni duyuyor musun?” diye sordum bir kere daha. Düşünceli, düşünceli kafasını kaşıyıp yanımdan uzaklaşıp gitti.

“BENİ DUYAN VAR MI?” diye bağırdım benzinliğin ortasında. Kimse dönüp bana bakmadı. Beni görmüyorlardı. Beni duymuyorlardı. Kollarımı kendime sarıp etrafımda dönmeye başladım. Belki bir rüyadaydım. Yeterince dönersem uyanırdım. Döndüm, döndüm, döndüm…

Gözlerimin önünde anlamsız imgeler belirmeye başladı. Bir kedi vardı bana bakan, ağlayan bir adam, çiy tutmuş bir yaprak, sonra duvara vuran karanlık bir gölge gördüm, ardından kulaklarıma bir ezan sesi geldi. Gözlerimi kapatıp daha hızlı dönmeye başladım. Ellerim kendiliğinden yere doğru düştü. Ya da tamamen düşüyordum. Bilmiyorum. Bir yere doğru çekiliyordum. Her yer aynı anda tek bir yerdi sanki. Ben madde miydim? Yoksa bir varlık mı? Kendimin bilincindeydim. Ancak idrakinde olduğum hakikat çok farklıydı. Ben bir şey arıyordum. Hayır, hayır! Ben bir şey bulmuştum. Ya da bu ikisi birbirine geçmişti.

Karanlığa doğru düşerken kulaklarımda sadece ezan sesi kaldı. Uzaklardan geliyordu ya da yakından… Ama fark eder miydi? Her yer, tek bir yer değil miydi? Ve o tek bir yerin, tek bir sahibi yok muydu?

Gözlerimi açtım. Tahtadan yapılmış bir camideydim. Durdum. Caminin zemini mavi halı döşeliydi. Bir köşede sıralı rahleler bomboş duruyordu. Kimse yoktu camide. Minbere baktım. Kündekariydi. Mihraba doğru yürüdüm. Her şey gibi burası da ahşap işlemeliydi. Başımı sağa çevirdiğimde caminin kare pencerelerinden ucu bucağı olmayan bir ormana bakarken buldum kendimi. Ne güzeldi burası! Ama niye kimse yoktu? Birden etrafım dönmeye başlayınca şaşırdım.

Kulaklarım uğulduyordu yine. Görüşüm yavaş yavaş netleşirken birinin “yazık daha çok genç,” dediğini duydum. Bir makineden düzenli bir ritimde bip sesi geliyordu.

“Yapılacak bir şey yok” dedi bir başkası. Sonunda nerede olduğumu idrak edebildiğimde şaşırdım. Bir hastane odasındaydım. Burasının onkoloji servisi olduğunu biliyordum. Yoğun bakımdaydık. Ölmek üzere olan insanlar alınırdı bu kısma. Tıpkı karşımda uzanan yatakta örtülerin ve türlü çeşit kabloların arasında kaybolmuş genç kadın gibi. Saçları dökülmüştü bu kadının. Tamamen tüysüzdü. Buna rağmen ben onun sahip olduğu güzelliği görebiliyordum. Ben onun ruhunu görebiliyordum. Çok güzeldi. Işıl ışıldı.

Adımlarıma dikkat ederek ilerledim. Kadının yatağının başına geldim. Bir zamanlar çok güzel olduğu belli olan bedeni ve yüzü şimdi ölümün nefes kesici yüzüne dönmüştü. Farkında olmadan elimi kaldırıp başına koydum. Az önce dokunmaya çalıştığım adam gibi aramızda görünmez ince bir zar tabakası gibi bir duvar vardı. Ancak bu engel az önceki gibi kuvvetli değildi. Zayıflamıştı. Nitekim kadının gözleri bir anda açılınca irkilip geri kaçtım. Ağır nefesleri hasta ciğerlerini zorlarken kapı açıldı ve içeri steril önlük giymiş bir adam girdi. Başında bir hastane kepi yüzünde maskesi eldivenleri ve galoşuyla tamamen yoğun bakım odasına uygun hale gelmişti.

İçinde bulunduğum garip durumun bir yansıması olarak kabul ettiğim ve kulağıma daha bariz bir şekilde fısıldamaya başlayan üst akıl; bana adamın yatakta yatan kadının kocası olduğunu fısıldadı. Bir doktor değildi yani. Her yanı kapalı olan adamın açıkta kalan gözlerinde belirgin bir kederin izleri vardı. Buna rağmen dik durmaya çalışıyordu.  Tıpkı benim gibi adımları ile incitmekten korkarcasına usulca yatağın diğer ucuna yaklaşıp kadının boştaki elini tutup eğilip öptü.

“Uyumadan yetişebildim” dedi boğuk bir sesle. Kadın ona yorgun bir tebessüm ile karşılık verip oturması için yatağı gösterdi. Adam karısının başucuna oturup elini kucağına aldı. Bir süre konuşmadan durdular. Bense onları hayranlıkla izliyordum. Çünkü konuşmasalar bile birbirilerinde dinlendikleri o kadar belliydi ki hayranlık duymadan edemiyordum.

“Nasıl geçti günün?” diye sordu kadın. Sesi o kadar naifti ki duyunca bir tebessüm geçip gitti dudaklarımdan tekrardan yanına yaklaşıp yatağın parmaklılarından kavradım.  Üst akıl bana burada kalmam gerektiğini söylüyordu. Sessizce onları izlemeye devam ettim.

“Değişik bir şey yok” dedi adam sakince. “Uyandım, kahvaltı yaptım, hazırlandım, işe gittim, çalıştım, mesai bitti, eve döndüm, duş aldım, yemek yedim, üstümü değiştirdim, çıktım buraya geldim, doktorla konuştum.” Burada adamın yüzünden bir hüzün geçti gitti. Kara bir gölge gibiydi. Sanki dokunsam kalbindeki yangın beni de yakacaktı. “Sonra da yanına geldim işte.”

“Bu kadar mı?” dedi kadın yüzünde muzip bir ifade ile. Adam ona bakıp başını salladı. Gözleri dolmuştu bir anda. Ne kadar üzücü bir andı böyle. Neden buradaydım?

“Sen?”

Kadın gülümser gibi yapıp “çok eğlenceli bir gündü,” dedi. “İlaçlar, röntgenler, kontroller, serum, delik deşik vücudum ve artık aşina olduğum dayanılmaz acı.”

Adam tokat yemiş gibi irkildi. Kadın dediklerinden pişman olmuştu. Usulca elini kaldırıp adamın yüzünü sevdi. Sonra hemen yorulup geri çekti.

“Artık sonuna geldik Ömer” kaderini kabullenmiş ve bu yüzden oldukça metanetli gözüken kadın bir an dalıp gitti. Gökyüzüne hasret kalmış, temiz havaya hasret kalmış gibi gözlerini beyaz tavana dikip derin bir iç çekmeye çalıştı ancak yapamadı.

“Doktorun sana dediklerini biliyorum.”

“Doktorun bir şey bildiği yok,” dedi Ömer hırsla. O hala kabullenmemişti. Karısının elini tutup kendine çekti yine. Sanki sımsıkı tutarsa gitmezmiş gibi.

“Biliyorsun, her zaman en kötü ihtimali acımadan söyler bu doktorlar. Bizim ki de öyle. Bugün bana dedi ki en fazla bir-“

“Tamam, yeter” Ömer başını salladı. “Allah’tan başka kimse bilemez tamam mı?”

“Öyle tabi,” dedi kadın başını sallayarak, “yüce Rabbim bilir.”

“O zaman Aslı, bu konuyu kapatalım.”

Adının Aslı olduğunu öğrendiğim bu güzel kadın en fazla otuz beş yaşında olmalıydı. Ciğerleriyle ilgili bir sıkıntı olduğu belliydi. Ömer onun biricik aşkıydı. Ayrılmak üzere olan her çift gibi aşkları kalplerinde kara sevdaya dönüşmüştü.

“Ömer sana söylemek istediğim birkaç şey var.”

“Aslı” dedi Ömer, “vedalaşmak istemiyorum, çok yorgunum.”

“Biliyorum,” dedi kadın isyan edercesine, “bilmiyorum mu zannediyorsun?” gözünden bir damla yaş süzülürken kocasının maskesini yüzünden çekti. Dudakları titriyordu.

“her gün gözlerimin önünde benimle birlikte sanki sen de ölüme mahkûm olmuşsun gibi eriyip biterken ben her gün biraz daha kahroluyorum.”

“Aslı’m-”

“Beni dinleyeceksin”

Adam mağlup bir tavırla başını eğip salladı.

“Bugünden sonra artık ne halde olurum, konuşabilir miyim, seni tanıyabilir miyim hiçbir fikrim yok.”

Adamın gözyaşları dökülmeye başladığında ben de onunla birlikte eriyip bittim sanki. Elimden bir şey gelseydi diye düşündüm. Onlara yardım etmek istedim. Ancak ölüm öyle bir bilinmezlikti ki kendime bile bir hayrım yoktu. Belki ben de bir ölüydüm.

“Seninle tanıştığımda bir hayalin vardı. Hatırlıyor musun?”

Ömer usulca başını sallayıp “dünyayı gezmek,” diye fısıldadı.

Kadın o zamanlara gitmişti besbelli. Yüzünde hasret yüklü bir ifade vardı. Öyle vakitler oluyordu ki insan öleceğini unutup yaşıyordu. Sanki hiç yaşlanmayacakmış gibi, sanki hiç tökezlemeyecekmiş gibi, hiç kaybetmeyecekmiş, hiç kaybolmayacakmış gibi yaşıyordu. Sonra birden düşüveriyordun.

“Benden sonra hayata dair, yaşamaya dair en ufak bir şeyden vazgeçmeyeceksin”

“Ne demek şimdi bu, vasiyetin mi?”

Aslı başını salladı. “Öyle!”

“Ya yerine getirmezsem?”

“Getirmeni istiyorum hayatım,” dedi Aslı o yumuşacık sesiyle, “ben hep güçsüz hissettim. Bütün ömrüm boyunca içimde sebebini bilmediğim bir hüzün vardı sanki. Yaşamayı değil ama bu dünyada yaşamayı bir türlü sevemedim. Bu dünyada en çok seni sevdim galiba.  Sen Allah’ın bana gönderdiği en güzel şeydin.”

“Sen de öyle”

“Senin yanında olmak kendimi ilk defa güçlü hissettirdi bana. İlk defa senin yanındayken güçlü hissettim. Senin karın olmak hayatımın olabilecek en güzel haliydi. Ancak zamanla anladım ki ben senin de gücünü tüketiyorum. O kadar acizim ki şu hayatta sana da aynısını yapıyorum.”

“Hayır-“ dedi Ömer itiraz ederek. Ama kadın başını salladı. “Evet öyle. Sana haksızlık ettim. Hem de çok. Bu yüzden benden sonra hayalini gerçekleştirmeni istiyorum Ömer. Dünyayı gez. Benim hiç varamayacağım yollara var. Hiç dalamayacağım ummanlara dal. Gittiğin her yerde kalbinde beni de taşı. Böylece birlikte gezmiş oluruz her yeri. Kabul edeceğini bilsem şimdi bavulunu toplayıp gönderirdim seni bu hastaneden. Ama gitmezsin biliyorum,” dedi hasta kadın, adam şiddetle kafasını sallarken.

“Ama bunu yap Ömer. Benim için yap. Tanıdığım o güçlü adam için yap. Allah’ın bizler için yarattığı şu yeryüzünün her karışını gezebildiğin kadar gez. Benim olamadığım insan ol. Söz ver bana. Söz ver.”

Kadının gözlerinden yaşlar akarken adam başını salladı. “Söz” dedi titrek bir sesle. Sonra da küçük bir çocuk gibi başını karısının karnına yasladı. Artık gitmem gerektiğini anlamıştım.  Gözlerimi kapattım. Dışarıdaydım. Gece olmak üzereydi. Elimle kalbimi tutup acıyı sindirmeye çalıştım. Ömer ve Aslı için üzülüyordum. Şimdiden onlardan fersah fersah uzaktaydım, şimdiden zihnimin içinde silik birer anıdan ibaret olmuşlardı yine de kalbime çöreklenen bu acıyı unutmayacaktım.


Yorum bırakın